Ahmed ÇITLAKOĞLU

Ahmed ÇITLAKOĞLU

Evin ve sofranın edebi!

 Ailede sofra edebi, sevgi ve saygı adabı… İbretlik nükteli bir hikâye!
Hikâyenin kahramanları:  Yaşı kemale ermiş, gelin ve torun sahibi bir Osmanlı hanımefendisi, Genç yaşlarında bir gelin hanım ve erginlik çağında bir erkek evlat…
 
***
Bu hikaye, seküler ahlakın umdelerini benimsemiş, bu umdelerden rahatsızlık duymayan bazı hanımefendileri belki rahatsız edebilir!.. Ezberlerinin ve kimyalarının bozulmasını istemeyen bu tip hanımefendiler bu hikâyeyi okumayabilir!
 
***
Yaşlı hanımefendi, usulca odasından çıktı. Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. 
 
Salondan torunu ile gelininin sesleri geliyordu. Gelin oğluna:
"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."
 
Çocuk, babaannesini görünce:
"-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!" dedi. 
 
Yaşlı hanımefendi, mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
"-Yavrum, evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaAllah!" dedi.
 
Evin gelini:
"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi. 
 
Yaşlı hanımefendi:
"-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."
 
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı: 
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.
 
Evin edebi!..
Yaşlı hanımefendi söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımızı uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
 
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk.
Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!"
 
Torunu: 
"-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.
 
"-Hayır, yavrum. Bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. 
Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. 
 
Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum. 
Hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı.
 
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. 
Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."
 
(Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.)
 
«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi.
 
Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as! Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
 
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
 
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde: 
"-Evet anneciğim." diyebildi.
 
Torunu:
"-Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."
 
"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"
 
"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."
 
"-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..." dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
 
"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."
 
Gelini: 
"-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.
 
Torunu kaşığı sessizce bırakıp: 
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.
 
Allah Azze ve Celle hepimize böyle bir anlayış nasip eylesin İnşaAllah.
 
“İlim meclisine girdim, kıldım talep, İlim tâ gerilerde kaldı, illâ edep illâ edep.” (Ziya Paşa)
 
Vesselam…
06 Ekim 2016 / 05 Muharrem 1438
 
Önceki ve Sonraki Yazılar