Gazze’de akan kan, yalnızca bir coğrafyanın değil; insanlığın vicdanının sınandığı bir eşik olarak önümüzde duruyor. Mısır merkezli müzakere trafiği, Katar’ın devreye girmesi, Amerika’nın masa kurması, İsrail’in şart koşmasıyla ortaya çıkan tablo; kısa molalar, uzun ölümler ve derinleşen bir sessizlikten başka bir şey sunmuyor. Bu masaların amacı ateşi söndürmek değil, yangının dumanını kontrol etmekse ortaya çıkan sonuç kaçınılmazdır: Enkazın genişlemesi, direncin kırılması ve bölgenin yeniden parçalanması. Gazze bunun en çıplak, en kanlı örneğidir; ama olayı yalnızca Gazze sahasına indirgeyerek okumak eksik kalır. İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Umman’da, Katar’da, Kuveyt’te, Yemen’de, Ürdün’de, Lübnan’da, Doğu Akdeniz’de ve Kızıldeniz hattında kurulan denklemler tek bir haritaya işaret ediyor: Türkiye’yi kuşatma ve bölgede İsrail merkezli yeni bir denge inşa etme hedefi.
Uluslararası sahnede eylemlerin ardındaki gerçekler daha karmaşıktır. Amerika Birleşik Devletleri’nin içeride vatandaşlarından gelen ağır eleştiriler ve ekonomideki sıkışma, Washington’un dünyanın bir ucundaki çatışmaya sınırsız müdahale etmesine imkân tanımıyor. ABD’nin bir yandan Venezuela’ya yönelik sıcak müdahale eğilimleri, bir yandan Çin ile ticari rekabetin tırmanışı, diğer yandan Rusya-Ukrayna eksenindeki belirsizlikler; Washington’un dikkatini bölüyor. Bu da Amerikan dış politikasının aynı anda birçok yere müdahale etmeye çalışırken odağını yitirmesine yol açıyor. Dolayısıyla bazı anlaşmaların ve ara çözüm görüntülerinin ABD için hem iç politikada bir rahatlama hem de küresel ekonomik baskıları hafifletme araçları olduğu açıkça okunuyor. Bu durum İsrail’in de işine geldi: Uluslararası kamuoyunun nabzını düşürmek, eleştirileri normalleştirmek ve algıyı başka yöne çekmek için bu tür uzlaşılar değerlendirildi. Buna karşılık Hamas’ın elindeki en güçlü kozlardan biri olan rehineler konusu da kısmi geri kazanımlarla hem İsrail’in hem de bölgesel aktörlerin stratejik hesabına dönüşebildi. Ne yazık ki rehine konusunda da İsrail masada istediğini almış oldu.
İsrail tarafında da pragmatizm devrededir. Uzun süren müdahalelerin ardından mühimmat ve lojistik sorunları derinleştiğinde, operasyonların kısa vadede sürdürülebilirliği sorgulanır hâle geldi. Bu bağlamda “barış” görünümü; düşen askerî baskıyı telafi etmek, iç siyasal huzursuzluğu hafifletmek ve uluslararası baskıları azaltmak için gerekli zamanı kazanmak anlamına geldi. Yani bu tür anlaşmaların her iki taraf açısından da ayrı anlamları vardır: Gazze ve Filistin için en azından bombaların sayısının azalması ve insanların yaşama tutunabilmesi adına kısa bir nefes; Türkiye için ise diplomasi, savunma ve sanayi ayağında stratejik hamleleri planlayıp zaman kazanma imkânı…
Türkiye’nin duruşunu anlamak böyle bir zemin üzerine oturtulmalıdır. Ankara masadadır; çünkü masada olmamak, bölgeyi tamamen dış aktörlerin insafına bırakmak demektir. Türkiye masada durarak hem insani bir vazifeyi hem de kendi jeopolitik bekasını koruma iradesini gösterir. Ancak masada kalmanın etkili olabilmesi için içerideki çatlak seslerin kapanması, toplumsal birlik duygusunun güçlendirilmesi şarttır. Dış politikada ideolojik farklılıkların ve iç siyasi kutuplaşmanın büyümesi Türkiye’nin elini zayıflatır. Oysa yanı başımızda Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi silahlanıyor ve İsrail, hem Güney Kıbrıs’tan hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden arazi satın alıyor. Bu şekilde İsrail, bölgesel güç olma arayışlarını yoğunlaştırarak bu denkleme yatırım yapıyor. Böyle bir coğrafyada güçlü bir dış politika, içeride güçlü bir birlikle mümkündür. Türkiye içeride farklı düşünebilir ama dış politikada bu farklılıkları bertaraf etmek zorundadır.
Arap devletlerinin çoğunda gözlenen basiret sorunu, bölgesel desteğin zayıflığını gösteriyor. Birçok Arap aktör; konfor, güvenlik ve refah tercihleri nedeniyle Washington’a karşı tutarlı bir politika üretemiyor; çoğu zaman ABD’nin çizdiği çerçeveye razı geliyor. Rusya’nın Türkiye’ye Akdeniz’de tam destek vereceği beklentisi ise gerçekçi değildir. Moskova, Ukrayna üzerinden yaşadığı ikilem ve Batı ile olan hassas dengeler nedeniyle Türkiye’ye sınırsız destek sunamaz. Zaten Türkiye’nin bu hat üzerinde güçlenmesi, Rusya’nın da çıkarlarına aykırıdır. Özellikle Akdeniz’de üstünlüğün Türkiye’ye geçmesini başta Rusya istemez. En samimi destekçilerimiz sınırlı sayıda Pakistan gibi ülkeler dayanışma gösterse de bu dayanışma sınırlıdır ve tek başına sahada belirleyici olamaz. Bütün bu konjonktürde Türkiye, yalnız kurt misali bir yalnızlığa mahkûm edilmek isteniyor; içeride güçsüz gösterilmek ise bu algıyı pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor.
Uluslararası hukukun işlevsizliği de tablonun trajedisini artırıyor. Katliamlar, sivillere yönelik saldırılar, hastanelere ve okullara yapılan vur-kaç eylemleri ortadayken uluslararası sistemin üç maymunu oynaması kabul edilemez. Aynı saldırılar Batı’nın herhangi bir şehrinde yaşanıyor olsaydı tepkiler, yaptırımlar ve müdahale mekanizmaları anında devreye girerdi. Gazze söz konusu olduğunda ise uluslararası hukuk mekanizmalarının sessiz kalması, güvenlik konseyinin etkisizliği; hukukun evrenselliğine dair büyük bir soru işareti oluşturuyor. Türkiye’nin sesi daha gür çıkmalıdır; çünkü Türkiye, tek başına olsa bu süreci belki de farklı bir yöne çevirebilirdi. Ancak bunun için askerî, ekonomik ve diplomatik kapasitenin daha da güçlendirilmesi gerekiyor.
Tam da bu noktada ülkemize yöneltilen bazı eleştiriler gerçeği yansıtmıyor. Topla tüfekle o bölgeye girip müdahale yapmamız, askeri anlamda ve reel siyasette gerçekle bağdaşmıyor. Belki sahada kolay mağlup olmayız ve onlara ciddi zarar da veririz; ama karşımızda sadece İsrail olmadığı kesindir. Tek başına Türkiye bununla baş edemez. En azından şimdiki şartlarda… Herkes sahada Türkiye’yi istiyor olabilir; fakat bunu onların istediği zamanda yapmak bize ağır faturalar ödetebilir. Başta Türk halkı bu faturayı ödemeye hazır mı, bunu tartışmak gerekir. Evet, bu faturayı fazlasıyla ödeyecek olanlar az değil; ama siyasi iktidarın elini güçlendirecek toplumsal bir tablo da ne yazık ki mevcut değil. Gazze’nin bekleyecek gücü kalmadığı aşikâr; fakat Türkiye sahaya girecekse sonuç alacak şekilde girmeli ve bunun zamanı doğru okunmalıdır. Bunu da en iyi devleti yönetenler bilir. Yapılan anlaşmayı, rehineleri kurtarmak gerekçesiyle ülkemizi bu politikaya ortak olmakla eleştirenler oldukça fazla. Bu tür bir düşünce, maksadını aşan bir yargıdır. Mısır’ın kapılarını açmadığı, diğer Arap ülkelerinin sessiz kaldığı bir ortamda hâlâ en anlamlı siyaseti Türkiye yürütüyor. Tünellerle başı derde giren İsrail, ikinci olarak onları yok etmeye odaklı bir strateji izliyor. İşte tam burada Türkiye dikkatli olmalı; artık bir şey almadan bir şey vermemelidir.
Tarihsel perspektif bize bir hatırlatma sunar: Osmanlı’nın son döneminde, özellikle II. Abdülhamid’in siyasetinde görülen denge ve strateji aklı; güç dengelerini idare etme sanatının en somut örneklerindendi. Bugün benzer bir denge aklına her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Keşke daha güçlü olsaydık; keşke içeride daha fazla birlik olsaydı ve bu mezalimi çok daha hızlı durdurabilseydik. Ancak bugün elimizde olanları en akılcı şekilde değerlendirmek, masada etkin olmak, uluslararası kamuoyunu harekete geçirmek ve içeride birlik için gerçek bir irade ortaya koymak zorundayız.
Gazze için nefes, Türkiye için dirayet… Bu iki hedef birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Şu anki uzlaşılar hem İsrail’e hem de bazı küresel aktörlere zaman kazandırdı; fakat bu zaman doğru kullanılmazsa kalıcı bir barışa dönüşmeyecektir. Türkiye’nin görevi; bu zaman dilimini hem insanî amaçlarla değerlendirmek hem de uzun vadede bölgesel ve küresel dengeleri kendi lehine çevirecek kapasiteyi inşa etmektir. İçerideki çatlakların onarılması, dış politikada stratejik sabır ve akıl, hukukun evrensel değerlerinin savunulması; bu dönemin en elzem gereklilikleridir.
Eğer doğru hamleler, ortak akıl ve güçlü bir diplomasiyle hareket edilirse, Türkiye hem Gazze’de akan kanın durmasına katkı sağlayabilir hem de bölgesel oyunu bozacak stratejik ağı kurabilir. Bugün sabırla, akılla ve birlik içinde atılacak adımlar; yarın sadece Filistin için değil, Türkiye’nin geleceği için de güçlü bir zemin hazırlayacaktır.