İslamcılık ve Ulus-Devlet Çatışması

Özkan GÜNGÖR

Son zamanlarda ülkemizde, özellikle İslamcı cenahta, kendilerinden olmayan veya kendi yaşam ve düşünce tarzını paylaşmayan kişilere yönelik cüretkar ithamlara sıkça rastlıyorum. Bu kesim, kendisini ülkenin tarihî banisi, kendi değerlerini de ülkenin gerçek kültürünün temsilcisi olarak görüyor. Dolayısıyla, kendi hassasiyetlerini taşımayanları dini ve milli değerlerden yoksunlukla, hatta dinsizlikle suçlayıp, üstenci ve hakarete varan bir dil kullandıklarını üzülerek gözlemliyorum. Peki, bunun ardındaki neden ne olabilir? Elbette bu olgunun güncel siyaset ve konjonktürle bağlantıları bulunuyor. Ancak ben bu yazıda konuya farklı bir açıdan yaklaşarak, İslamcılık ile sıradan bir T.C. vatandaşının zihniyetinde somutlaşan ulus-devlet düşüncesini teorik düzlemde karşılaştırmayı amaçlıyorum.


İslamcı düşünce ile modern ulus-devlet modeli arasındaki ilişki, sıradan bir siyasi anlaşmazlıktan daha derin bir meseledir. Bu iki anlayış, temelinde birbiriyle çelişen iki farklı dünya görüşüne dayanır. Dolayısıyla insan, toplum ve otorite kavramlarını algılama ve tanımlama biçimleri bakımından kökten farklıdırlar. Bu nedenle, İslamcı bir zihniyetten samimi bir ulus-devlet bilinci beklemek, o zihniyetin doğasına aykırıdır. İslamcılık, esas itibarıyla ulus-devletin belirlediği sınırlara, mutlak egemenlik anlayışına ve hukuk sistemine içten bir bağlılık (iman) duymaz; çoğu zaman, şartlar gereği bu yapıya geçici olarak uyum sağlar veya katlanır. 


Bu uyuşmazlığın temeli, egemenlik kavramında yatar. Modern ulus-devlet, meşruiyetini ve egemenliği yeryüzüne indirerek kayıtsız şartsız millete verir. İslam siyaset teorisi ise egemenliği (Hakimiyet-i İlahiye) aşkın ve mutlak otorite olan Allah'a atfeder. İslamcıların literatüründe sıkça işlendiği üzere, ulus-devletin yasama yetkisini parlamentolara vermesi, Allah'ın vasıflarının gaspı olarak görülür. Devletin yasaları ancak Şeriat'a uygun olduğu sürece meşrudur. Hatta ulus-devletin vatandaşından talep ettiği mutlak itaat, İslamcılar açısından şirk (ortak koşma) olarak tanımlanır. Kendini ilahi hukuka sorumlu hisseden bir zihnin, seküler yasaları en üst norm kabul eden bir ulus-devlet bilincine sahip olması teorik olarak imkansızdır. Medine Vesikası örneğinde görüldüğü gibi, İslamcılar devletin herkesi tek bir seküler yasayla yargılamasına karşı çıkarak, dini grupların kendi hukuklarına (Şeriat) göre yargılandığı çok hukuklu bir yapı arzular.


Bir diğer önemli nokta, aidiyet ve sınırlar meselesidir. Ulus-devlet, belirli bir toprak parçası (vatan) ve o toprakta yaşayan ortak kaderi paylaşan bir ulus üzerine kuruludur. İslamcı düşüncede ise asıl aidiyet inanç birliğidir; sınırlar coğrafyadan çok inançla çizilir. Yani bir ülkede aynı dili, aynı kültürü paylaşan veya aynı etnik kökenden gelen insanlar bile, aralarında inanç birliği yoksa gerçek bir kardeşlik bağı kurmuş sayılmaz; inanç birliği olmayanlar kardeş olarak görülmez. Bu yüzden, (vatanın) ulusal çıkarları ümmetin çıkarının önüne koyan milliyetçi refleksler küfür olarak görülür. Dolayısıyla bayrak, toprak veya millî marş gibi semboller, hiçbir bağ, aidiyet anlam ifade etmez. 


Sonuç olarak, İslamcılar ile ulus-devlet arasındaki ilişki, hiçbir zaman tam bir aidiyet ilişkisi olamaz. İslamcılar, bürokraside yer alabilir veya devletin imkanlarını kullanabilirler; ancak devletin varlık nedenine ve seküler-tarihsel temelde şekillenen kutsallarına ontolojik bir sadakat duymazlar. Onların sadakati, ümmet idealine dayalı, ulus-üstü ve tarih-üstü bir hakikate ayarlanmıştır. Bu nedenle, bu kesimlerden ulus-devletin bekasını önceleyen millî hassasiyetler beklemek veya onları vatan merkezli refleksler göstermeye zorlamak, onların varoluşsal kodlarını yok saymak anlamına gelir. İslamcı zihin için ulus-devlet, nihai bir ideal değil, ilahi egemenlik ilkesiyle uzlaşmaz bir çelişki içinde görülen ve aşılması gereken bir fetret dönemi olarak görülür. Bu köklü teorik çatışma, günlük siyasette kendini kendilerinden olmayanları dinsizlikle, milli değerlerden yoksunlukla itham eden ve ulus-devletin seküler kutsallarına samimi bir bağlılık duymayan bir söylem ve tavır olarak tezahür eder.