Ahmed ÇITLAKOĞLU

Ahmed ÇITLAKOĞLU

Çalış ve Kazan!.. Ama Nasıl?

İslam “ikra” (oku!) derken, sizler “okuma!” dediniz…

Okusun ve eğitilsin diye size teslim edilen çocuğun eline, daha sınıfa ilk adımını atar atmaz; “Okuma(!) Kitabı”nı tutuşturdunuz.

Çocuğun hafızasında yer eden ilk kelime; “okuma!” oldu.

 

Çocuk üniversiteye gönderilirken, en iyi eğitimi alacağı bölüm değil, mezun olunca en çok para kazanabileceği meslek bölümü tercih edildi.

 

Ebeveynler evladını okula verirken, “çocuğumuz okulunu bitirsin de nasıl bitirirse bitirsin” dediler…

İş yeri ararken; “Bir iş sahibi olsun da nasıl iş olursa olsun”, “Yeter ki kazansın. Kazansın da nasıl kazanırsa kazansın” açgözlülüğü ile hareket ettiler.

Kazancın helal veya haram olup olmadığı ve yapılacak işin meşru veya gayri meşru olup olmadığının araştırılma ihtiyacı hissedilmedi.

 

Çocuk okullar bitirdi, diplomalar sahibi oldu, ama meslek sahibi olamadı. Çünkü okulda mesleki eğitim alamadı, sadece diploma aldı.

Avukat olmak, muhasebeci olmak, mühendis olmak için okul sonrası tecrübeli bir meslek mensubu yanında ayrıca staj görmek zorunda bırakıldı.

 

“En iyi muhasebeci” sıfatı; en fazla vergi kaçırabilen, kanun boşluklarını mükellef lehine en iyi kullanabilen muhasebecilere layık görüldü.

Mükellefine olması gereken vergiyi hesaplayan ve ödettiren muhasebeciye, “o bu işi bilmiyor, o bu işten anlamıyor” denildi.

Haklının hakkını savunan ve arayan değil, haksızın haksızlığını haklı gösterebilen avukat el üstünde tutulur oldu.

 

Helal ve haram, saygı ve sevgi mefhumları, ahlakî değerler yeterince anlatılmadı ve öğretilmedi…

Neticede işçi veya işveren, memur veya amir olunca; herkes muhatabına şahsi menfaati doğrultusunda yaklaşır oldu.

Hatta evlat anne ve babasına dahi onlardan istifade ettiği, menfaatlendiği sürece saygılı davrandı…

Meslek ve iş sahibi olunca, para kazanmaya başlayınca, anne ve babanın desteğine ihtiyacının kalmadığını gören evlatlar; onlardan uzaklaşmayı, ayrı evlerde ve ayrı yerlerde yaşamayı tercih ettiler.

 

Küçükken ebeveynlerinin, özellikle annelerinin kendilerini nasıl büyüttüğünü, onların sıkıntılarına nasıl katlandıklarını hatırlamak dahi istemediler…

Bir derece kızlar anne olunca, çocuklarının bakım ve eğitim sıkıntılarını gördüklerinde biraz annelerinin kıymetini anlar oldular.

 

İlk ve ortaokul sıralarında evlat, anne ve babasının her şeyin en iyisini bildiğini düşünür, onları her sıkıntısının çözüm kaynağı olduğuna inanır…

Yaşları ilerleyince, hele bir de evlat sahibi olduklarında, artık kendilerinin de her şeyi en iyi düşündüklerine, modern bilim ve teknoloji ile de donandıklarına inanırlar…

 

Maddî zenginlik manevî fakirliği doğurdu!..

Evet, ülke ve millet olarak zenginleştik. Milli gelirimiz ve okur-yazarımızın sayısı arttı. Herkesin refah seviyesi yükseldi. 70-80 metrekarelik evlerden 150-200 metrekarelik evlerde oturur olduk. Hemen hemen her hanenin önüne en az bir otomobil çekilir oldu.

 

Amma huzurumuz yok oldu... Kardeşlik bağları koptu. Aramızda sevgi ve saygı kalmadı.

Madde manaya hâkim oldu. Maddi değerler gelişirken, manevi değerler erimeye yüz tuttu. Aşırı madde, dengeleri bozdu. Evlenen çiftlere söylenen “bir yastıkta kocasın sözü” tarih oldu.

Uyuşturucu kullananlar arasında en fazla ünlülerin ve zengin aile çocuklarının isimleri söylenir oldu.

Demek ki aşırı madde huzur vermedi. Aksine huzuru aldı.

 

Neyi, nerede kaybettik?.. Muhtaç olduğumuz şey ne?!..

Kişi, ihtiyacı olan şeyin peşine koşar…

İlmî toplantılara koşanları, eğlence programlarına ilgi gösterenlerle mukayese edelim!

Kişi, neyi kaybettiğini, nerede kaybettiğini biliyorsa; arayacağı şeyi de bilir, arayacağı yeri de!

 

Bugün, sanki neyi kaybettiğimizin farkında değiliz!.. Kaybettiğimizi bilemeyince de arama ihtiyacı hissetmiyoruz…

Dahası, kaybettiğimizin farkına varırsak arayacağımızı bilenler, bizlere düşünme fırsatı da vermiyorlar… Bizleri Mâlâyânî (boş ve faydasız) şeylerle oyalıyorlar.

İşte tv programları… En fazla reyting getiren, seyirci toplayan programlar eğlence ve spor programları!

 

Bu hale nasıl geldik?..

Hemen hemen herkesin şikâyetçi olduğu içinde bulunduğumuz bu durum eğitim sistemimizle alakalıdır.

150 bine yakın öğretim görevlisi, 800 bin civarında öğretmen, 120 bin civarında din görevlisi ile güçlü bir eğitim ordusuna sahibiz.

Eğitimin problemlerinden bahsedilirken, genelde hep eğitimcilerin sosyal hakları, ücretleri gündeme gelir. Ama nedense verilen eğitimin seviyesi, kalitesi pek tartışılmaz.

 

Yargıda, sağlıkta, maliyede, ailede, işyerinde ve her nerede bir problem var ise, doğrudan eğitim ile alakalıdır.

 

Avukatlar en fazla vergi veren rekortmenler arasında yer alıyor, Mahkemelerde dava dosyaları çok kabarıksa; demek ki kişiler arasında ihtilaflar ve anlaşmazlıklar çok!

İhtilaflar vuku bulmadan, dava safhasına gelmeden önleyici tedbirler alınmalıdır… Bu da eğitimle alakalıdır.

 

Sağlık yatırımlarına bütçeden çok fazla pay ayrılıyor, (özel ve resmi) hastanelerin ve eczanelerin sayısı artıyorsa; demek ki hastaların sayısı artıyor…

Hastalarımıza hasta olduktan sonra vereceğimiz sağlık hizmetlerini, hasta olmamaları için yapacak olsak, hem maliyet düşecek hem daha sağlıklı bir toplum olunacaktır.

 

Amma buna müsaade ederler mi, denilecek! Önleyici tedbirler alınırda, hastalıklar azalırsa, bu ilaç sektörünü, hastane araç-gereç sektörü nereden, nasıl kazanacak?!..

Bataklıklar kurutulursa, sivri sinek ilaç sektörü nasıl ayakta duracaktır?!..

 

Nasıl ki silah sektörünü ellerinde bulunduran emperyalist devletler, silah fabrikalarının kapanmaması için; geri kalmış, gelişmekte olan ülkelerdeki kardeş kavgalarını önlemiyor, aksine tahrik ediyorlarsa…

İlaç sektörünü elinde bulunduran zalim devletler de hastalıkları önleyici tedbirlerin alınmasına tahammül edemeyecekleri gibi aksine hastalıkların yayılması için her türlü tuzağı hazırlayacaklardır.

 

Neler yapılabilir?.. Çözüm nasıl olabilir?..

* İhtilaflar sebepleri genelde belli ve müşterek... Bunları önleyici eğitim çalışmalarına ağırlık verilmeli... Muhtemel ihtilafların yargıya intikalini önleyici tedbirler alınmalıdır.

 

* Vergi incelemelerinde yargıya gitmeden önce mükellefle vergi dairesi arasında uygulanmakta olan “uzlaşma” sistemi, Sosyal Güvenlik Kurumunda ve sair kurumlarda, İşçi ve işveren arasındaki ihtilaflarda da tatbik edilmelidir.

 

* İnananlar arasında; helal haram, edep hayâ mefhumları…

Haram kazanç ve faaliyetlerde bereket olmayacağı, bereketsiz kazancın da ne dünyada, ne de ahirette faydasının görülemeyeceği..

İnanan veya inanmayanlar arasında; hak hukuk, adalet, insan hakları, sevgi saygı mefhumları; anlatılmalı ve öğretilmeli… Hatta anlatılmanın ötesinde yaşanır hale getirilmeli…

 

* Eğitim faaliyetleri, hükümet değil devlet politikası olarak acilen ele alınmalı… Ki hükümet değişikliklerinde bu politikalar değişmemeli, uzun vadeli ve devamlı olmalı…

 

* Öncelikle “Eğitim Ordusu”; “anlattıklarını yaşayan, yaşadıklarını anlatan” örnek eğiticilerden müteşekkil olmalı…

 

* İktidarıyla muhalefetiyle siyasi partiler bu değerlere sahip çıkmalı.

Bu değerlere sahip olamayanlar ve bu sıfatları taşımayanlar, parti yönetimlerinde ve bürokraside idari kadrolarda vazifelendirilmemelidir.

 

* Ahlakî değerler polemik mevzuu yapılmamalı…

Ahlakî değerlerin inanan-inanmayan, inancının emirlerini yaşayan veya yaşayamayan her kesim için ortak değerler olduğu göz ardı edilmemelidir.

 

* Ahlakî değerleri hafife alan, istihza mevzu yapan tv dizilerine müsaade edilmemeli…

Ahlaksızlığı yayan ve teşvik eden haber ve yayınları basın hürriyeti kapsamından çıkartacak hukuki düzenlemeler yapılmalıdır.

 

”Sen taş, kaya ve mermer dahi olsan, eğer bir terbiyecinin (gönül sahibinin) eline düşersen cevher olursun…” (Hz. Mevlana)

Önceki ve Sonraki Yazılar